Gunlugume Hosgeldiniz..

Bes yasimdan beri gunluk tutuyorum. Bu blog oburlerinden ayri olarak sadece ic dunyami aktardigim bir gunluk degil, ayni zamanda kizim Eda ve esim Volkan'la olan hayatimdan da alintilari iceriyor. Buraya yazma amacim ilerde unutulmamasini diledigim acizane hayatimin bazi kesimlerinin kayida gecmesidir.


3 Mar 2010

Gezi Yazisi

Bir gezi yazisi yazmalarini soyleyen Turkce ogretmeninin istegini bence cok guzel yerine getiren kardesim Said'in bir turist gozuyle Istanbul'u gezisini anlatan yazisi..

Havalimanına indiğimizde kendimi çok tuhaf hissetmiştim. Bu başka bir ülkeye ilk gidişimdi ve biraz da endişeliydim aslında; ya kaybolursam, soyulursam gibi endişelerim vardı kafamda.
İstanbul’a çok erken saatte varmıştık. Havalimanı bizimkilerden pek de farklı değildi. Grup liderimiz, bizi kahvaltı yapabilmemiz için, otobüsümüzle, çok lüks bir yere getirdi. Deniz kıyısından manzara inanılmazdı. Hava parçalı bulutluydu ve güneş aralarından sızıyordu.
Yemeğimizi yedikten sonra yerleşebilmemiz için bizi kalacağımız otele getirdiler. O gün pek bir yer gezmedik. Odalarımıza geçip yerleştik, ikindi vakti biraz yüzdük. Akşam olunca bizi yeniden bir restorana götürdüler, ama bu sefer manzarayı deniz kıyısından değil, tepeden izliyorduk. Hava güzeldi, bunun için restoranın terasında yemek yiyorduk. Gruptan bir arkadaş, aslında hepimizin içinden de geçen şeyi söyledi grup rehberimize. Bu tip restoranlar bizim ülkemizde de vardı. Biz daha çok buraya özgü yerler gezmek istiyorduk. Rehberimiz de bize “Bu daha ilk gün, ileriki günlerde bol bol gezeceğiz, merak etmeyin” dedi.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra bizi Kapalıçarşı’ya götürdüler. Bizim için çok ilginçti, çünkü rehberin anlattığına göre burası yüz yıllar önce yaptırılmış ve hala ülkenin en büyük kuyumculuk merkeziymiş. Hala eskisi gibi muhafaza ediliyormuş. Duvarların bir çok yerinde çatlaklar, etrafta az da olsa çöp olmasına rağmen gerçekten hoş bir yerdi. Söylediklerine göre orada dört bin civarında dükkan, ve otuz kadar da kapısı varmış. Biz, öğlen vakti gitmiştik, bizden başka daha pek çok turist vardı. Tuhafıma giden birşeyle karşılaştım; her yerde kediler vardı ve insanlardan hiç mi hiç korkmuyorlardı. Güzel bir öğle yemeğinin ardından Beyazıt’a çıktık. Orada fark ettim ki her yerde adım başı cami vardı; hepsi devasa yapıda olup inanılmaz bir mimariye sahipti. Camilerin duvarları, bahçeleri, girişleri, tavanları, minareleri… herşeyinde inanılmaz bir özen ve güzellik göze çarpıyordu. Gezerken insanların bize bakışına çok gülmüştüm. Geçtiğimiz yerlerde herkes bize bakıyordu. Bir dükkana girdiğinizde herkes size ikramlarda bulunuyor, güler yüzlü, şık giyinişli görevliler bize alacağımız şeylerde yardımcı oluyorlardı.
Bir sonraki gün Taksim’de otantik, çok hoş bir mekâna götürdüler. Geniş odalarda oturuluyor ve girilirken ayakkabılarınızı çıkartıyordunuz. Yerde sedirlerde oturulup çay, kahve içiliyor. Yemek yerken de sini denilen çok büyük, sehpa gibi şeylerin dibine kadar gidilip orda yeniliyor. Duvarlarda, söylediklerine göre, köylerde asılı olanların benzeri süsler asılıydı. Gerçekten hoş bir yerdi.
Akşama doğru, bizi Ortaköy’e götürdüler. Hemen köprünün aşağısında, bir yerde oturduk. Arkadaşlardan bazıları nargile aldılar. Burası, oturup muhabbet etmek için mükemmel bir yermiş.
Ertesi gün, program çok yoğundu, yetiştirebilmek için erkenden kalktık. Gezmeye Sultan Ahmet’ten başladık. Muazzam Sultan Ahmet Camii, Dikilitaş, Yerebatan Sarnıcı…
Hepsi de çok ilginç yerlerdi. Özellikle Yerebatan Sarnıcı çok ilgimi çekmişti. O kadar eski zamanlarda nasıl yapmışlar, çok hayret etmiştim. Öğleden sonra Topkapı Sarayı’na gittik. Aslına bakarsanız, burada büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Girmeden önce bizlere dünyanın en büyük elmasının burda olduğu söylenmişti. Elması ilk gördüğümde şok olmuştum.
İstanbul çok güzel bir şehirmiş gerçekten. Gezilecek yerleri hiç bitmiyordu. Her gün en az üç yer gezmemize rağmen gideceğimiz bir çok yer daha vardı.
Bütün İstanbul gezisinde garibime giden yalnızca bir şey olmuştu. Eminönü’nde, Üsküdar’a geçmek için vapura binecektik. Hava çok güzeldi ve manzara insanın içini açıyordu. Bir an etraftaki insanlara gözüm kaydı. Aynı yerde olmamıza rağmen, kimse bunlarla ilgilenmiyordu. Bizim hayranlıkla izlediğimiz şeylere, orada yaşayanlar doğru düzgün bakmıyorlardı bile. kimisi telefonla konuşuyor, kimisi yanındaki arkadaşına bakıyor, kimisi vapura yetişebilmek için koşuyor; ama kimse durup da o güzelliklere bakmıyordu. Nedenini hala bulamadım. Hatta bazıları vardı ki sigara izmaritini, çekirdek kabuğunu, çöpünü yerlere atıyordu. Bu benim için gerçekten şaşılacak bir şeydi.
Artık daha çok müzeleri, sarayları geziyorduk. Dolmabahçe Saray’ının bir ailenin evi olduğu fikri bana inanılmaz geliyordu. Muhteşem bir yer olan bu sarayın bir zamanlar birinin birçok evinden olduğu düşüncesi çok hoşuma gidiyordu. Canı sıkıldıkça, manzarasından bıkınca kaldığı saraydan çıkıp diğer sarayına geçiyordu herhalde. Komik bir şekilde bir sürü saray vardı. Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Yıldız Sarayı… Her biri de birbirinden güzel mimari, işçilik, dekorasyon… Her gittiğimiz yerde hayran kalıp çıkıyorduk.
İstanbul’da geçirdiğim zamanların en sevdiğim kısmı, rehbersiz, kendi başımıza gezdiğimiz kısımlarıydı. Bizleri belli bir yere götürüp, turistik mekanları gezdirdikten sonra, dolaşmak ve alışveriş yapabilmek için serbest bırakıyorlardı. Ben genelde yanımda kimse olmadan dolaşıyordum. Bu sayede daha çok fotoğraf çekebiliyor ve insanları daha iyi inceleyebiliyordum. Tek başıma gezdiğim sıralarda, yoldan geçen birilerine bir yeri tarif etmelerini istediğimde bana yardım etmek için çırpınışları çok komikti. Bir şey sorduğunuzda, tuhaf bir şekilde, inanılmaz bir yardım etme isteğiyle doluyorlardı sanki. Yarım İngilizceleriyle yolu tarif ediyorlardı. Hatta bazen, yolu bilsem bile, sırf o tepkilerini görmek için soruyordum. Bazen çok iyi İngilizce bilen kişilere rastlıyordum, kırk yıl düşünsem İngilizce bilen bir kişiye rastladığımda üzüleceğimi düşünemezdim.
İstanbul’un sadece, Cuma günlerinden, özellikle Cuma akşamüstü saatlerinden nefret etmiştim. O kadar trafik oluyordu ki saatlerce trafikte sıkışıp kalabiliyordunuz. İki arkadaşımla birlikte taksiyle kaldığımız otele doğru giderken trafiğe takılmıştık. Ama ne takılma. Araba ancak on beş dakikada bir iki adım ilerleyebiliyordu. Ben cam kenarında oturuyordum, ama arkadaşlarıma dönük oturduğumdan dışarıyı seyretmiyordum. Bir ara arkadaşım bana gülerek yandaki arabayı gösterdi. Adam arabasından inmiş, bagajı açmış sandviç, simit, poğaça, çay ve benzeri şeyler satmaya başlamıştı. Bagajın kapağını açınca, dik olan kısmına karton yapıştırıp üzerine Türkçe bir şeyler yazmış. Tabii ki ben Türkçe bilmediğim için bunların ne olduğunu anlayamadım, Türkçe bilen arkadaşımın söylediğine göre üstünde fiyatlar varmış. Bence işin asıl komik olan tarafı insanların arabalarının kapılarını sinirle kapatıp, gelip yemek, çay almalarıydı. Baktık herkes alıyor, biz de alalım bari dedik; o kadar insan alıyor, bir bildikleri vardır herhalde deyip biz de yedik. O gün gerçekten çok gülmüştük. Ertesi gün midemiz bozulmuştu, bu ayrı konu tabiî ki.
Arkeoloji Müzesi gibi birkaç yeri daha gezdikten sonra artık oturup konuşabileceğimiz yerlere gitmeye başladık. Buradaki insanlar manzarası olan her yere kafe açmışlar. Her gittiğimiz yerde aynı manzarayı farklı bakış açılarından seyrediyorduk. Hatta bir keresinde Çengelköy’de yan yana dizilmiş, beş altı kafe gördük, deniz kıyısında. Biz de komiklik olsun diye, hepsine teker teker girdik, birer çay içtikten sonra kalkıp yandaki yere geçtik. Artık son yere girdiğimizde gülmekten ölecektik neredeyse.
Son günlerimize yaklaşırken daha az, ama daha uzun süreli etkinlikler yapıyorduk. Bir keresinde motorla Boğaz turu yapmıştık. İki saat kadar süren yolculukta, hiçbir yere uğramadan kıyıya paralel gezdik. Denize sıfır olan o villaları gördüğümüzde kıskanmamak içten değildi. Bir şehri ortadan ikiye ayıran bir deniz, üstünde iki kocaman köprü… Bu köprülerin altından geçmek bana çok hoş gelmişti. Rumeli Hisarı ve Anadolu Hisarı da iki yakadan çok güzel bir görüntü oluşturuyordu.
Bir sonraki gün, ünlü Ayasofya Camii’ine gittik. Muazzam büyüklükte bir bina; gezilmeye değer yerlerden biriydi. Orayı da gezdikten sonra bizi Galata Kulesi’ne götürdüler. Asansörle bile çıkması uzun süren kule, gezdiğimiz yerler arasında en beğendiklerimden biriydi. Üç yüz altmış dereceyle her tarafı gören kule, çok muhteşem bir yerdi. Akşam da Galata Köprüsü'ne gidip balık yedik. Hemen altımızdan deniz, üstümüzden de arabalar geçmekteydi; burada hoş bir akşam yaşadık.
Ertesi gün, Büyük Ada’ya gittik. Buraya bayılmıştım. Her yer ağaçlık, hiç araba yok. Özellikle İstanbul’un trafiğinden sonra insanın üzerine bir rahatlık geliyor. Tüm adayı faytonla gezdirdiler. Güzel bir yemek yedikten sonra motorla geri döndük.
İstanbul’daki son gecemizde bizi Kız Kulesi’ne götürdüler. Ancak motorla geçilebilen ufak bir adacık. Tam da dolunayın olduğu akşam. O akşamı hala unutamıyorum. Yemek de, gece de şahaneydi. Son gece için mükemmel bir seçimdi.
İstanbul’dan ayrılma vakti geldiğinde biraz hüzünlendim açıkçası. Burası o kadar ilginç bir yerdi ki benim için... Gezilecek yeri bitmek bilmeyen, doğal, yapay güzelliklerle dolu bu muazzam şehrin kıymetini, halkı umarım bilir.
Muhammed Said Atasayar

No comments:

Post a Comment